Uzanıyordum.
Üzerimde 2000 yıllık bir yorgunluk vardı. Dünyaya dinlenmek üzere gönderilmiş bir peygamber gibiydim. Zihnimi kağıda döküyordum sadece. Duygu yoktu artık içimde. Sadece harfler yönlendiriyordu hayatımı. İnsanın tek gerçek özgürlüğünün "yalnızlığı" olduğu gerçeğiyle yüzleşmiştim. Kalbim; kan yerine yalnızlık pompalıyordu tüm damarlarıma. Bütün damarlarımda geziyor gibiydim. İçten fethediyordu yalnızlığım beni.
Kan damlıyordu gözlerimden.
Siyah beyaz bir hayattı yaşadığım "şey". Hayatımda tek renge sahip şey; etrafı kırmızıya boyanmış yeşil gözlerimdi. Zaten onların da renk körü oluşu hayatın ironik olduğu inancımı ikiye katlıyordu. "Hayatta kalmanın ödülü ölümdür" gerçeğinin farkında olmayla eşdeğer bir ironi. Ölüm demişken aklıma doğumum geldi bak. Dedim ya zihnimi kağıda döküyorum sadece. Neyse. Doğumum diyordum. Sonbahar bana doğarken gelmişti. Bu yüzden de sarışındım zaten. Sonbahar rengi. Sonbaharın da zamanı olmazmış derler. Sadece sararır ve dökülür yapraklar. E ben de zaten sarışın ve bir yaz günü 2000 yıllık yorgunlukla sonbahara doğmuştum yaz gününe inat.
Dökülmüştü yaprakları zihnimin.
"Zihnim boş bir levha"ymış. Peh! Benim zihnim loş bir tenha gibidir. Aristo zamanlarında yaşasaydım bu laf günümüze de böyle gelirdi zaten hiç kaçarsız. Ve ben, gece ve yalnızlığa tapardım. Hoş, şimdi de gece ve yalnızlık bana tapıyor. Gecenin ve yalnızlığın tanrısı "Alexis". Kulağa da pek hoş geliyor hani. Zeus'u dahi kıskandıracak cinsten bi' taht. Kötü bi' rüya gibi.
Uyanamadım.
Kabus yine.
Rüyalar ne demeli peki? Samimi bulmam rüyaları ben. Hayatın yanılmasaları işte. Kaldı ki rüya görmezseniz "kalkarsınız" sabaha, görürseniz "uyanırsınız" hayata. Uyanmak işte adı üzerinde. Gerçek olmayana. Kalksa keşke herkes artık. Tek başıma başa çıkamıyorum artık yalnızlığımla. İçimde yol, dilimde gitmek. Dudaklarımda sigara yine. Çakmak sesi. Buz dolabı tıkırtısı. Yalnızlığın yankıları.
Hadi kalkın. Sabah oldu!
Hadi kalkın. Sabah oldu!