Hayatım en çok buzdolabının yumurtalığında kalan yarım bir
limona benziyor. Unutulmuş. Terk edilmişliklerim çoktu. Önce kulaklarımda
duyduğum piyano sesleri terk etti beni ve ardından mutluluğum. Gittikçe
gidiyorlardı bense onlar gittikçe yitiyordum.
Dayanamayacak oldum,
pes edişimi hissettim.
Bir sabah kalktım
acizliğimi hissettim.
Ayakkabılarımın su aldığını hissettim.
Ben bunları
hissediyordum ama dünya kendinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Ben onun için bir
kum tanesi kadar bile mühim değildim.
Üzüldüğümü hissettim.
Kitap okudum. Bir süre geçti yazmaya başladım, içimi
dökebilecek birkaç sayfa kağıt buldum. Sonra susmayı öğrendim ve ardından tepkisizliği.
Birini sevdim. Kaybedişlerin en güzelini yaşadım, kendimi kaybettim. Bulamadım.
Her köşe başına baktım, saklambaç oynayan mahallenin çocuklarına sordum, göç
eden kuşlara, içi aynasız çerçevelere. Ne beni, ne de onu bir daha kimse
görmedi. Uzunca saklandım ve kaçtım. Kalabalıktan, kargaşa
ve karmaşadan. Müphem duygularla hareket ettiğimi fark ettim ama devam da
ettim. Kendi çizdiğim yoldan gidiyordum en azından ve yaklaşıyordum tünelin
çıkışına. Bir rüzgârla tüm yaşanmışlıklarımı içimde duydum yeniden. Mağrur ve
biraz endişeli yürüyorum halen, bazen düşsem de kalkacağımı biliyordum.
Ama en çok…
En çok neyi severim?