Baykuş



On yaşındaydım. Evimizin bahçesi çok büyük değildi ama dedem bu bahçeye çokça ağaç sığdırmıştı. Bahçe kapısından bakınca ev görünmez, ağaçların duruşu mini bir ormanı andırırdı. Büyükçe taşların dizilmesiyle yapılmış dar bir yol giderdi eve doğru dalların arasından.

Bir elimde küçük bir dal parçası, diğer elimde babamın hediye ettiği çakı vardı. Ne kadar zamandır uğraşıyordum bilmiyorum ama pek bir iş çıkarmış değildim. Amacım kendime düdük yapmaktı. Düdük meselesine kendimi bayağı kaptırmış olmalıyım ki duyduğum sesle birden irkildim. İlk seferinde pek bir anlam veremedim. Duyduğum sesi çıkaranın ne olduğunu anlayamadım.
Sonra bir daha geldi aynı ses. Yine anlayamadım. Daha önce duyduklarıma pek benzemeyen bir sesti. Sanki buğulu bir ses. Ya da çok sigara içen bir kedinin sesi gibi. Bilemedim. Bir yandan çakıyla dal parçasını yontarken diğer yandan sesi tekrar duyacak mıyım acaba diye bekleyiş içindeydim. Akşam yemeğini bahçede yiyelim dedim anneme. Olur dedi yeriz. Babam eve geldiğinde evin önündeki taşlığa sofrayı çoktan kurmuştuk. Hemen yemeğe oturduk. Çok acıkmıştım, tabaklara kadar yiyebilirdim. Açlığın etkisiyle kendimi yemeğe öyle bir kaptırmışım ki bir çırpıda bitirdim tabağımdakileri. Tam sofradan kalkıp ellerimi yıkamaya gidecektim ki yine aynı ses! Hemen babama döndüm. Bu ses, bu sesi yapan ne ? Baykuş dedi babam. Şaşırdım, daha önce ne baykuş görmüş ne de duymuştum. Tek bildiğim babaannemin benzetmeleriydi. Hoşuna gitmeyen biri olduğu zaman ondan baykuş diye bahsederdi.

O günden sonra baykuşlar çok özel bir yer edindi bende. Bahçede oturup ağaçlara bakardım saatlerce, belki bir baykuş gelir diye. Sonra bir gün babam durumu fark edince, baykuşların gündüz değil gece meydana çıktıklarını söyledi. Bende geceleri de ekledim ağaç izleme zamanlarıma. Bazı geceler uzaktan uzaktan duyuyordum seslerini. İçimde garip bir huzur oluşuyor ve kendisini görme isteğim daha da artıyordu.

Bir sabah uyandığımda yataktan çıktım. Yüzümü yıkamaya gitmeden odamın penceresini açmak için perdeyi araladım ki bir de ne göreyim. Kocaman gözleri, kabarık kabarık tüyleri, tombul vücuduyla bana bakan bir kuş. Ben perdeyi aralayınca kaçmadı. Başı hafif sağa doğru eğik duruyordu. Bakışlarını bakışlarımdan alamıyordu. Birbirimize kilitlenmiş, donmuştuk. Bu durum yaklaşık on beş dakika kadar sürdü. Camın arkasından gözlerinin içine bakarken içimde oluşan hayranlık ise halen devam etmekte.

Bizim kitaplıktaki ansiklopedilerde buldum baykuşu. Çok ilginç hayvanmış, hakkında okuduğum her cümle beni biraz daha hayran bırakıyordu. İki yüz yetmiş derece dönermiş başları. Başına oranla çok büyük oldukları için gözleri hareket etmezmiş yuvalarında, etseymiş kan akışları kesilip ölürlermiş. Mesela bizim gözlerimizin oranı baykuşlarınkiyle aynı olsa gözlerimiz greyfurt kadar olurmuş. Bir insanda greyfurt kadar göz, ne kadar korkutucu. Bazı türleri çok büyükmüş, kanatlarını açtığı zaman bir insan boyunda olurmuş. Tüyleri mesela çok garip. Uçarken hiç ses çıkarmazlarmış. Bunun sebebi de tüy yapılarıymış. Avcı oldukları için avlanırken ses çıkarmamaları gerek tabi. Ha birde mavi rengi görebilen tek kuş türüymüş. Gerçi bir kuşun maviyi görüp görmediğini nasıl anlamışlar onu da çok merak ettim. Zaten bizim ansiklopediler bir sürü garip bilgilerle dolu, arada sırada açıp okuyorum.

Şimdilerde akşam eve giderken duyuyorum seslerini öyle pek fazla görmüyorum ama seslerini duymak bile yetiyor bana. Her duyduğumda çocukluk günlerim geliyor aklıma nedensizce mutlu oluyorum. Baykuşlar sanki çok eski arkadaşım ya da aileden birileri gibi oldular benim için.  Bir ara istiklal’de baykuş adında bir mekan vardı. Uzunca bir zaman gittim oraya. Gitmemin tek sebebi adıydı. Ha mekan hoştu, güzeldi ama benim için mesele adıydı.

Dün gece sigara içmek için balkona çıkmıştım, üst komşunun çanak antenine konmuş bir tanesi. Veya hep orada oluyordu da ben sesini duyunca fark ettim. Yine göz göze geldik yirmi iki sene sonra bu hissi yaşamak gerçekten büyük mutluluk.

Velhasıl baykuşlar güzel hayvanlar. Her devrin insanı bolca sorgulamış. Hatta Atinalı öyle sorgulamış ki zamanında, işin içinden çıkamayıp şehrin sembolü yapmış, sikkelere basmış. Kimi insan ne kadar uğursuzdur, kötüdür, ölüm getirir dese de ben daha bir zararlarını görmedim. Ha fareler belki farklı düşünüyor olabilirler. Bilemem...