Ocak


Güzelleştirilmiş Ölüm

Yeni Foça, Şubat 2014

Islak bir gecenin körüne doğru yolculuğa çıkmıştı adam. Sonsuz bir yağmur yağıyordu yeryüzüne, yeryüzünden de adama. Yürüyordu adam, hiçbir yere yetişmek üzere, hızlı hızlı. Son bulacakmışçasına veyahut sonu bulacakmışçasına. Yağmur da bu arada boş durmuyor, her damlasıyla biraz daha kutsuyordu adamı. Yetmedi ama adama biraz biraz kutsanmak. Zaten hep biraz biraz yaşıyordu, nasıl yetsindi. En kutsalı istedi istedi haliyle kendi için. Saçlarının ıslanması yetmiyordu artık zahir döndü yüzünü yağmura. Islattı gözlerini. Gözlerinden süzülüp yeryüzüne düştü damlalar. Adam; yağıyordu artık caddeye, geceye, kente. Daha bir ıslanıyordu gece. Yağmur ve ayak sesleri vardı sadece adamın bu kutsal yolculuğunda. Ayak seslerinden başka kimsesi de yoktu ki zaten adamın. Mutlak yalnızlığına kavuşmak için çıkardı bağcıklarını bile bağlamadığı botlarını, topuklarına basarak, aceleyle. Ardından bir çırpıda da çoraplarını. Yalın ayak. Yalnız adam.



Dolaştı bi’ vakit daha ışıksız sokaklarda bu halde. Issız sigaralar içti evinin yolunda. Her yalnız adam gibi anahtarıyla açtı kapısını o da, zaten içerde birisi bile olsa yine böyle açardı kapıyı, çalamazdı zili. Bi’ insan zili niye çalar ki zaten, görmek istediği kişiyi en acilinden görmek için, anahtarla açıp, onu biraz daha geç görmemek için. Çalamazdı zili. Bıraktı botlarını kapının eşiğine, sağ arka cebinden çıkarttığı çoraplarını da bir güzel tıktı içine ıslak ıslak. Tam açmadı kapıyı, kendi sığabileceği kadar bir yer açıp sıyrıldı kapıdan. Uzun ışıksız bi’ koridor arından. Açmadı ışıkları da. Es geçti odasını, bakmadı bile kafasını çevirip. Tahtakurularına yem olmuş parkesine ayak izlerini bırakarak yürüdü salonuna, krallığına ilan ettiği yere. En dibe. Ayak seslerinden başka, bir de ayak izleri vardı artık evinde. Üç oda bi’ salon yalnızlığında. Hemen kuruldu çekyatına “yine yakalayamadık hayatı be amir” dedi içinde izmaritlerin hüküm sürdüğü kül tablasına. Cevap gelmedi her hangi bir şeyden. Buzdolabı tıkırtısı, kapı gıcırtıları, klima gürültüsü… Yalnızlığın yankıları işte sadece.

Her şey bıraktığı gibiydi yine evinde, başlayamadığı gibiydi.

Yine gelmemişti Ocak adama.


Hapsolmuştu di’li geçmiş zamandaki şimdiki zamana adam, zaman avuçlarının içinde değildi artık, düşürmüştü elinden hayallerini.

Başlayamıyordu o yeni yıla, başlayamıyordu “yeni” hayatına adam. Başlamayı bırak, yazısını bile yazamıyordu kirasını zar zor denklediği evinin salonunda. Ne zaman eline alıp kalemini yazmaya meyil etse, kalem, sigara oluyor, sigara içiyordu yazmak yerine. Sonra diğerini. Sonra bir diğerini.


Kendi hikâyesinin – yazamadığı hikayesinin – başrolü olmasından kaynaklandığını düşündü bu durumun. Ne de olsa üçüncü tekilin değil, bizzat tekil yalnızlığının hikâyesiydi bu. Kendine kadar yaşıyordu da zaten, yine de işte tekil hayatların da devrim yapabilmesini bekliyordu. Beklemekten de yorulurmuş insan, anlıyordu yavaş yavaş.

Bu yüzden gidişatına pek özen göstermedi adam, baş rolünde bir çift kahverengi gözün oynadığı, di’li geçmişin hikayesine. Daha önce; yazıyordu sadece adam. Ama şuan; “sadece” yazıyordu. "Gitmek" için hiç değil. "Yalnızlık" için asla. Uzun ya da kısa değil. Bir beyaz sayfa işte. Beyaz bir sayfayı kirletiyordu. İçinden "ben" koptuğu için yazıyordu.

Yaşadığı değil, yaşandığı ânların hikâyesi.


Yanaklara ustaca serpiştirilmiş gamzelerin hikayesi.




“Ne de güzel dururdu adamın mavisi eksik yeşil gözlerindeki yansımaları” diye düşündü adamın ta kendisi. Buluşurlardı adamın yeşil gözlerinde. Ne vardı gitmeseydi o kahverengi gözler kimliği belirsiz coğrafyalara. Başkalarına açılmasaydı o gamzeler, kıymeti bilinmeden.


Bi’ bira içmek istedi adam, masaya biranın dökülüşünü koydu o sırada.


Adam gidemiyordu. İçinde kemik ağrısı gibi bir çınar, bu hikayeyi bitirebilse, koyabilse tek noktayı cümlenin sonuna giderdi. Fakat gitmiyordu aşk adamın içinden. Üç noktayla bitiyordu hayatı. Yönelmiyordu da başka bedenlere. Olduğu yerde durup yontuyordu, şekillendiriyordu bir yeraltı suyu gibi adamı.


Gökyüzü olmuştu aşk, sarmıştı adamın dört bir yanını. Dört tarafı aşkla çevrili adam parçasını.


Yazdığı her şeyde gizli metin belgesi, gizli öznesi, gizli başrolüydü aşk. O gözler, o gamzeler. Hayatla arasına yüzlerce meridyen girmişti, saat farkı yılları bulmuştu. Ne şimdi ki zamanı yakalayabiliyor, ne de görebiliyordu gelecek zamanı. Geniş zamana hapsolmuş, seyrediyordu kendisinden habersiz dönüp duran dünyayı. Adama sormadan, umursamadan dönüyordu öylemecesine. Hayatını mevsimlere bölüyor, her biri kışa çıkıyordu. İlk Yaz, Son Yaz, Hep Yaz, Hiç Yaz’dı mevsimler aşk varken.


Hep kıştı artık adama. Ocak, gelmiyordu. Üşüyordu, başka bedenler örtüyordu bazen üzerini.
Biraz da, yalnızlık işte.


Isınmak için o gözlere ve gamzelere ihtiyacı vardı adamın.
İlk kez itiraf ediyordu bunu kendine.
Kirlenmiş bir beyaz kağıd.
Kendi kirlettiği hayatına.
Çünkü ilk kez yazabilmişti hikayeyi.
Temize çekmişti hayatını.


Oysa, eskiden üşümüyordu adam. Çok değil biraz bira, biraz şarap önceydi aşk. Mavisi eksik gözler(im)deydi aşk. Yeşili eksik gözlere bakıyorken “ o gözler”
Çok değil.
Biraz bira, biraz şarap önceydi.

Hal böyle olunca, mutsuzluğu seçti adam, hemen ardından da umutsuzluk. Birinden vazgeçmenin en kolay yolu; kendini unutup, geleceğini yok saymaktır. Bir insanı geçmişinden çıkarmak kolaydır, geçmiş değildir sonuçta kalbini çürüten. Canını acıtan şey; gelecektir, bozulan hayallerindir. Adam da vazgeçti geleceğinden.

Umudu da çıkartmayı eksik etmedi hayatından tabii ki. Pandora'nın Kutusu'ndan çıkan sözüm ona tek iyi şeyi. Sonuçta insanlara o kutudan çıkan tek iyi şey, umut dendi. Tutunmaları gereken şey. Ama insanlar tutuldu umuda. Tanrılar da haklıydı fikrimce, tutunacak bir şey vermeleri gerekiyordu insanlara. Buna da “umut” dediler. "Alın size iyi bir şey. Hiçbir şey bu kadar kötü olamaz. Bakın bir tane de olsa iyi bir şey çıkıyor işte. Gördünüz mü?" Umut. Bravo!

Aslında o kutudan çıkan en kötü şey değil miydi umut? Umudun olmadığında kaybedecek neyin olur ki? Hayattan muaf olursun. "A" ile geçmiş gibi. Aile kuramayacak kadar. Hayal kırıklığın olmaz bir kere. Hani şu Umut'un yanında promosyon olarak gönderilenden. Umut kırıklığın olmaz. Başardığından da o şey sana umut gibi gelmez ki zaten. Hırsa dönüşür umut. Büyür umutların. İlk görüşte umut. Ne romantik! ilk görüşte hırs. Ne acı! Umut acı getirir. Hiç yokmuş gibi sanki bir de. Bencillik de getirir umut. Kendini önemsemeye başlarsın. Kendini önemsememelisin. "İnsanın kendini önemsemesi, kendisinin kiralık katilidir" der şair. Kendini önemsemezsen, öldürmezsin kendini. Öldüremezsin. Umutlanmazsın. Aslında ölmemek için umutlanıyorsun. Adam da ölmeyi seçti. Ölüme umutlanmayı seçti. Zamanı alamadı belki avcunun içine tekrar ama en azından hayatını aldı bıraktığı yerden. Tozunu bile silmeden. Zamansız yaşadı. Geçmişsiz, geleceksiz, şimdisiz… Yaşadı mı diye sorarsan?
“Yaşamak denirse işte.”

Merhaba mavi gözlü kadın.

Tanışalım mı?