Nisan Yağmuru



Geç Gelen Bahar. 
Alaybey, Nisan 2014.

Bir Nisan günü doğmuştu Nisan. Çok düşünmedi annesi babası onun adını koyarken. “1 Nisanda doğan çocuğumuza başka ne isim verebilirdikki”ydi düşünceleri belli ki. Doğuştan; kıvırcık, kocaman mavi gözlü bir “kadın” olarak geldi dünyaya. İpekten yapılmış gibi bembeyaz bir tene sahipti hiç giyemeyeceği gelinliğe inat gibi. Annesinin karnında açan bir papatyaydı, mavi gözlerine düşmüştü ilk cemre, sonra gözlerinden süzülüp karaya düştü 276 gün sonra. Böyle doğdu Nisan. Annesinin ve babasının geç gelen - son - baharı olarak.

Aile reisi Konsolos Ekrem Yağmur 50 yaşında tanışmıştı baharla, valide sultanları Şermin 42’sindeydi hala çok güzel bir kadınken olmuştu bunlar. ”Geç Kalmış Şermin’in Yeri’nde.” İkisi de yaşça büyük olduklarını biliyorlardı kendilerine “yaşlı” demeseler de.

Kimseleri de yoktu ki zaten Ekrem ile Şermin Yağmur çiftinin. Çekirdek aile bile olamayacak kadar iki kişilerdi Nisan gelene kadar.

Mavi gözlüsü doğar doğmaz emekli oldu Ekrem Bey, geri kalan hayatını ailesine adamaya karar vermesi onun için kaçınılmaz bir karardı. Çok beklemişlerdi baharlarını. Şermin’se her zamanki kadar Şermin’di anne olmasının dışında; e haliyle biraz kilo almış, güzelliğini de çocuğunu aktarmıştı sadece. Sonsuz bir aşktan doğan bir bahar.

Nisan doğunca İki katlı ahşap bir köşke taşındı Yağmur ailesi. Denizden uzak etrafı yeşillerle çevrili bir köşk. Sarı ampullerle aydınlattılar loş evlerini. Ne bir telefon bağlattılar eve ne de yeni aldıkları siyah beyaz televizyonlarını götürdüler. Taşındıkları evden sadece Ekrem Bey’in asla uzak kalamayacağı piyanosunu ve kitaplarını getirdiler. Evin alt katına kurdukları tek ışıklı oda olan kütüphane için. Nisan’ın bütün gençliğini geçireceği oda için. Bütün eşyaları yeniden yaptırdılar yeni hayatları için. İçlerinde kalan ahşap tutkusuyla döşediler köşklerini. Evin üst katına, hemen kendi odalarının yanına yaptılar Nisan’ın odasını. Uzak kalmak istemiyorlardı çocuklarına. Üst kattaki diğer odaları ise hiç gelmeyecek misafirler için dekore ettiler. Evin hemen girişinde bulunan salona da piyanoyu yerleştirdiler. Etrafına da birkaç sofa, Şermin istediği gibi otursun Ekrem Bey’e o güzel sesiyle eşlik etsin diye. Kocaman evde 3 kişilik bir hayat kurdular kendilerine. Çekirdek bir hayat.

Herkesten uzakta ahşap bir çocukluk geçiriyordu Nisan, ev zaten ahşaptı da babası emekli olur olmaz kendine küçük bir marangoz atölyesi yapmıştı Nisan’a oyuncak yapmak için. Bütün oyuncakları sanki canlanacak kadar ahşaptı. Tahta bebekler, tahta atlar, tahta çiçekler, yayları olmayan bir misinalı keman. Nisan’ın boynundan hiç düşürmediği, büyüyünce hayatını adayacağı hayatındaki tek gerçekliği. Tek oyun arkadaşları annesi ve babasıydı. Tam da ailesinin istediği gibi. Şehirden uzak kimsesiz bir çocukluk. Tam da Nisan’ın isteyeceği gibi…

Okul yılları bile değiştiremedi bunu. Hiçbir zaman anlaşamadı sınıf arkadaşlarıyla. Ne lise ne de ilkokulda. Edebiyat ve müzik dışında da hiçbir dersi sevemedi Nisan. 9 yaşında keman çalmaya başlamış olması tam da bununla ilgiliydi zaten. Edebiyat’ı sevmesi ise babasının ona sunduğu kütüphane sayesinde olmuştu. Keman çalmadığı tüm zamanlarını kütüphanede geçirirdi. Eline ne geçerse okurdu. Babasının ona verdiği haftalığı sadece kitaplara harcardı. Alışamamıştı ama ev dışında yaşadığı hayata. Başka bir yüzyılda yaşamayı tercih ederdi hep. Bir de “Ne yazık ki güzelim” derdi kendi kendine. O seçmemişti güzel olmayı bu yüzden rahatsız oluyordu bundan. Sanki hiçbir zaman çocuk olmamış kadar olgun bir kadındı henüz lisedeyken bile. İlgilenilmek hoşuna gitmiyordu. Annesi, babası, kitapları, kemanı yetiyordu ona. Sevgilisi, dostu, aşkı karşılıyordu bu ahşap parçaları. İçinde ahşap olmayan hiçbir şeye de alışamayacaktı bundan sonra.

Ekrem ve Şermin de zamanlarını sürekli evde geçiriyorlardı. Evde gördükleri tek insan Nisan’ın keman hocasıydı. Ev dışındaki hayatları ise z orunlu alışveriş yaptıkları kişilere selam vermekten ibaretti. Soyut bir hayattı, ellerindeki tek somut şey Nisan’a olan sevgileriydi. Bildikleri tek şey Nisan’ı sevmekti. Ve ikisinin de bilemedikleri tek şey Nisan’ı bu kadar erken yalnız bırakacaklarıydı, Nisan henüz 17’sindeyken hem de. Bir tek Nisan’ın bildiği ya da sürekli hissettiği yalnız bırakılacağı hissi. Çocukken sürekli anne ve babasından saklanıp onları korkutması sanki onu yalnız bırakacakları günün intikamını henüz ölüm ne bilmezken onlardan alması içindi. Öyle ya henüz 17’sinde verdiği bir konserden döndüğünde karılaştığı manzaraya inat. Ahşap köşklerinde yankılanan sesi. “Anne Baba geldim uyanın. N’olursunuz. Söz bir daha saklanmayacağım…” Nisan’ın bu hayata sarf ettiği son cümleleri. Ailesinin buz gibi bedenlerine sarılırken ki haykırışları. Anne ve babasının sonsuz saklanışlarına hayattan. Hiç çıkmadıkları evden hiç dönmemek üzere yaptıklarına.

Annesiyle babasının öldüğü evde yalnız yaşayan bir kadın.

Ölümü bekleyen bir kadın.

Ahşap tabutu.

Hayatı ahşap olan bir kadın.

Kalbi bile…