Bir Ömür Hikayesi




İlkokuldayım, babam aynı zamanda öğretmenim.

İlkokulun sonlarına doğru aklımız ermeye başlamış. Babamdan çok dayak yiyorum. Delikanlıyız tabi. Kanımız deli akıyor. Her gün ders, her gün dayak. Kafa zehir gibi ama babama bir türlü anlatamıyorum derdimi.

Ortaokula başladım, bir kız var. Ama nasıl güzel. Kelimeler yetmiyor. Adı Füsun. Tam önümde oturuyor. Daha doğrusu ona yakın olmak için tam arkasında oturuyorum. Böyle bir sevgi, böyle bir aşk yok. Kafa zehir gibi ya, o da aynı. Hoca her soru sorduğunda havada bir onun parmağı bir benim parmağım. Bir ondan geliyor cevaplar, bir benden. Gel zaman git zaman işler değişti. Arkadaşlar bana bilenmeye başladı. Ne zaman el kaldırsam cephe aldılar. 

Karar veriyorum. Yahu diyorum bu kıza açılmam lazım. O zamanlar şimdiki gibi çık karşısına seni seviyorum de dönemleri değil. Kendimi yiyorum. Nasıl olur, nasıl yaparım ? Bilemiyorum. En sonunda tamam diyorum. Topluyorum cesareti başlıyorum yazmaya. İki santime iki santimlik harita metot defterinden kopardığım kağıda yazıyorum; Seni Seviyorum. Koyuyorum mantosunun cebine. Anlamıyor tabi kimden gelmiş, kim yazmış. Altında ne isim var ne başka bir şey. Birkaç gün sonra arkadaşlar defterimi istiyorlar. Hocanın söylediklerini yazamamışlar da benden temize çekeceklermiş güya. O zaman anlamıyorum tabi. Meğer yazıları karşılaştıracaklarmış. Neyse. Gel zaman, git zaman. Füsun aşağı, Füsun yukarı bitiriyoruz ortaokulu. 

Ortaokulun sonuna doğru hocalarım babamla denk gelmişler. Bilmiyorlarmış, sormuşlar yahu bu Fatih senin oğlun mu ? Evet demiş babamda ıkına sıkıla. Bir kabahatim var zannetmiş. Evet demiş, benim oğlum. Vay demişler zehir gibi çocuk. Kesin lise okuması lazım. Girmişler babamın aklına. O zamanlar tabi Tokat’ta lise yok. Neresi olur, nasıl olur derken Ankara fikri çıkmış. Dersler, sınavlar derken yolum Ankara’ya düştü, başladım Atatürk Lisesi’ne. Liseye başladık ama aklım halen Füsun’da. Yatıyorum Füsun, kalkıyorum Füsun. Günler, haftalar, aylar geçiyor benim aklım fikrim Füsun. En sonunda tamam diyorum. Artık olsun diyorum. Geziyorum bütün kırtasiyeleri Ankara’da. En güzel kağıdı arıyorum. Hani şöyle kokulu, kenarı kalpli olanlarından. Buluyorum, alıyorum. O zamanlar para, pul yok tabi yurtta kalıyorum, zor zamanlar. Neyse. Başlıyorum yazmaya. Füsun diyorum seni seviyorum, ömrümün sonuna kadar da seveceğim. Yazıyorum da yazıyorum. En son altına ismim, imzam derken adresi ekleyip gönderiyorum. Takipteyim tabii biliyorum nerde okur ne yapar. Mektubum Samsun’a gidiyor. Günler, haftalar, aylar derken ne bir cevap var, ne bir haber.

Lise bitmiş, üniversite başlamış derken üniversite de bitmiş.Ankara defteri kapanmış. Artık mühendis olmuşum. Kimya mühendisi. Petkim’de işe başlıyorum. Başka topraklar, başka insanlar. Bir gün fabrikada sevdiğim ağabeylerden biriyle konuşurken yahu diyor Fatih, okudun mühendis oldun elin ekmek tutuyor, artık seni everelim. Ağabey nasıl olur, nasıl yaparız derken buluyorlar birini, Mine. Neyse. Gel zaman, git zaman. Tanışıyoruz, görüşüyoruz, evleniyoruz Mine’yle. Her şey çok güzel, evlenmişiz, çift olmuşuz. İki sene sonra bir oğlumuz oluyor. Beş sene sonra bir kızımız. 

Bir gün baldızın nişanına gidiyoruz arabayla. Ben kullanıyorum, oğlan on yaşında, kız beş yaşında. Arka koltukta oturuyorlar. Gebze rampasında trafik birden karışıyor. Tır önüme kırıyor, toparlayamıyorum altına giriyoruz sağ taraftan. Ben ne olduğunu anlamadan Mine’yi kucaklarımda can verirken buluyorum. Arkada çocuklar, Mine kollarımda, ben perişan. Kaybediyorum Mine’yi. İki çocuğum ile yapayalnız kalıyorum koca dünyada. Çok kere intiharı düşünüyorum. Ama olmuyor. İki çocuk, anne yok. Bensiz ne yaparlar diyorum. Devam ediyorum mücadeleye. Gel zaman, git zaman çocuklar büyüyor. Oğlan pilot çıktı, kız dört lisan biliyor. Aradan geçmiş on sene. Bir gün fabrikadayım. Arıyorum santrali. Bana diyorum falancayı bağlayın. Biliyorum Füsun’un İstanbul’daki adresini. Başmühendisim tabii, santraldeki çocuklar da canavar. Buluyorlar bağlıyorlar Füsun’u. Alo diyorum tanıdın mı beni ? Hayır diyor, çıkaramıyor. Yahu diyorum Yozgat’ta sınıfta arkanda oturan. Cemil diyor yok. Ali diyor yok. Fatih diyorum ben. Tamam diyor şimdi çıkardım. Aşağı yukarı iki saat konuşuyoruz telefonda. Ben anlatıyorum, o anlatıyor. Evlenmiş. Hemen hemen aynı zamanlarda eşlerimizi kaybetmişiz. Ben bitik o bitik kapatıyoruz telefonları. Aradan aylar geçiyor. Ne benim elim gitmiş telefona, ne onun. Belki dört belki beş ay geçiyor aradan. Tekrar arıyorum. Füsun diyorum görüşelim. Olur diyor. Sözleşip anlaşıyoruz. Ama aradan geçmiş belki yirmi sene. Nasıl tanıyacağım diyor. Hemen veriyorum plakayı. O zamanlar Ford Focus yeni çıkmış. Şirket vermiş altıma. İnci beyazı. Basıyorum gidiyorum Üsküdar’a. Sahilde buluşuyoruz. Yemeğe çıkıyoruz. Ama ne ben dokunabiliyorum önümdekilere, ne o. Saatlerce birbirimize bakıyoruz. Ayrılırken içimde tatlı bir burukluk elini tutuyorum Füsun’un. Arabaya kadar yürüyoruz beraber. Sonra Füsun’u bırakıyor geri dönüyorum. Aklım fikrim hep Füsun. İki bilemedin üç sene geçiyor aradan. Biz sürekli telefonlar, gelip gitmeler koparmıyoruz bağları. An geliyor çocuklar öğreniyor durumu. Bende iki çocuk Fusün’da iki çocuk. İzin vermiyorlar görüşmemize.

En son görüştüğümüzden yana dört sene geçti. Ne ben onu unuttum, ne de o beni. Halen biliyorum, hissediyorum. Ama el mahkum. Çocuklar istemiyor görüşmemizi. 

Ha beni bu hale ne getirdi derseniz, aşk derim. Elbette aşk. Elbette kavuşamamak. Her gün sabah kalktığımda aklıma gelir. Kalkmak denirse tabi. 

Sorarsanız şimdilerde altmışlarımdayım. Ne çocuklarım yanımda ne başka kimse. Köpeklerim var yoldaş, bir de kendim.