Önsöz; hayatımda yazdığım
en absürt
yazıya
neden olduğu
için
Sayın
Utanç’ı
yanaklarından öpüyorum.
İş stresini atmak için içeceğim biranın parasını kazanmak
için işe gitmiş, dönmekteydim. Servis her zaman ki gibi kulakları sağır eden
bir sessizlikteydi. İnsanların iç ve kafa sesleri dolduruyordu yaklaşık 20
yıldır kullanılmayan koltuk arkası küllükleri. Küllüklerin kenarından özleme,
sezgiye, düşüncelere, planlara ve hayal kırıklığına bulanmış yorgunluk
damlıyordu.
Alaybey ’de servisten inip eve doğru yürürken telefonda
sevgili sevgilim (o tarihlerde sevgili nişanlım. Yok ters oldu. Ben bu kalıbı
daha önce nerede kullanmıştım? Hee Hürriyet’teki yazımda. Tamam tamam. Keh keh
diye güleyim de Alexis naziresi olduğu belli olsun) Damla ile konuşuyorduk. Her
ikimiz de yorgun ve özlem doluyduk. Benim üstüne üstlük bir de karnım açtı.
Evimin sokağına girerken, köşede motorumu gördüm. Taze
kan, mekanik at! Gidonunu sevip, apartmana girdim. Tabii ki apartmana
girdiğimde telefon kesildi. Ancak bu bir mecaz değildi. Baya baya kesildi.
Kafamı çevirdiğimde, apartmanın süpürge, ıvır zıvır konan
su saatleri dolabının yanından bir Ninja çıktı. Elindeki parlak ve keskin
kılıç, cânım telefonumu ikiye kesmişti. Henüz ne olduğunu anlayamamıştım ki
siyah eldivene bulanmış elleri boğazımı sıkıp, beni duvara yapıştırdı.
“Bu gece saat 05:00’e kadar ülkeyi terk edeceksin. Hem de
tanıdığın tüm erkeklerle birlikte!”
O an tırsmam biraz geçer gibi oldu. Nihayetinde ses
yirmili yaşlarının sonunda bir genç kadına aitti. Üstelik cahildi! Saat 05:00
bu gece değil yarın sabah oluyordu. Çok acı tecrübelerle öğrenmiştim gece saat
00:00’dan sonrasının ertesi gün olduğunu. Çocukluğumda, Huysuz Virgin Show
Perşembe saat 01:00 diyordu Kanal 6’da. Günlerden Çarşamba idi. Ertesin gün
olmalıydı ama lanet olsun ki 00:00’dan sonrası Perşembe idi.
Ergenlik zamanlarımızda da bu böyleydi. Cine5’te kültürel
ağırlıklı filmler hep gece yarısından sonraydı ve göz bozmaya değerdi! Ancak
günleri hiçbir zaman tutturamamıştım.
Bunları düşünürken “ya bi’ yürü git” çıktı ağzımdan. Sonraki
birkaç saat ağzımdan başka bir sözcük çıkamadı.
Evet. Türkiye’de bir kadın devrimi olmuştu ve erkekleri
Yunanistan’a iteliyorlardı. Eve çıkıp önce kana bulanan kıyafetlerimi
değiştirdim. Sonra sim kartımı tablete takıp (evet zenginim o dönem)
WhatsApp’tan Mahşerin 4 Atı grubundan diğerlerine ulaştım. O sıra Damla 1. Topçu
Tugayında rimel altına alınmıştı. İletişimi yasaktı. Ben bunları çok sonraları
öğrenecektim.
Diğerleriyle haberleşip, Karşıyaka İskelesi’nde beklemeye
başladık.
Henüz askerlik yapmamış biri olarak, bir arada gördüğün
en büyük erkek güruhuydu bu. Karşıyaka İskelesi, metro yapıldıktan sonra bile
bu kadar erkekle dolmamıştı!
Cihan, Çağdaş ve ben kıyıya yakın bir yerde oturmuş,
sigaralarımızı içiyorduk. Bir an, mübadele yıllarında İzmir’e gelebilmek için
Girit kıyısında gemi bekleyen insanlarla özdeş buldum kendimi. Bu kez İzmir’i
terk edip Girit’e gidiyorduk.
“Ayde bre Gülcemal” dedim. Kendi kendime güldüm öyle.
Sonra bir isyan koptu içimde.
Beyler! Bu böyle olmaz! Pozitif ayrımcılık falan tamam
ama boku çıktı işin!
N’apalım keke, gideceğiz yani. Oğlum çok eğleniriz lan
hem düşünsene!, dedi Çağdaş
Evet ya hakikatten hem bi’ kafa dağıtmış oluruz mösyö.
Elbet döner geliriz bir gün, diye ekledi Cihan.
Ancak içimde sönmeyen bir ateş vardı.
Ya artık hiç damlamazsa üzerime papatya suyu?
Karşıyaka Çarşı’ya doğru bir hışımla koşmaya başladım.
Hergele Meydanı’nı tam geçiyordum ki Koton ve Mango’nun üzerine mevzilenmiş
keskin nişancıların taciz ateşi başladı. İki odun arasına gerdikleri sütyen
lastiklerini sapan yapıp, uçları sivriltilmiş törpü atıyorlardı. Bir tanesi
topuğuma geldi ve o an insan oldum! Yaralı bir şekilde yerde yatarken çıplak
ayaklarımı görünce aklıma Mert geldi. O yoktu. Belki de hiç olmamıştı ama
buralarda olmalıydı. Ya bisiklete binip dizini çıkartmıştı ya da bir salonda
uyuyakalmıştı.
Topuğumun üzerindeki damardan su gibi akan kana aldırış
etmeden, 10” tabletimdeki WhatsApp’ı açtım.
- Mahşerin
4 atı -
atomicocktail:
Beyler herkes tamam mı? 04.22
çağdaş:
Tamamdır keke her4lde. Haberi varduır herksin 04.24
Mert’in
yokluğunu fark etmemişlerdi. Evet. Mert kimdi ki?
Mert’e
haber vermiştiniz değil mi? dedim ancak istediğim yanıtı alamadım. O sırada
kırmızı topuklular tarafından karga tulumba alışveriş arabasına konulmuş,
gemiye doğru götürülüyordum. Kan kaybından olsa gerek, artık bayılmıştım…
Gözümü
açtığımda İzmir’e benzer bir yerdeydim ama İzmir gibi değildi. Niğde gibiydi ya
da Kuyucak emin değildim. Emin olduğum İzmir olmadığıydı.
Kıyıda, bileklerine kadar suda duran tanıdık bir
sima gördüm. Uyku mahmurluğu ya da bir rüya olmalıydı. Ancak hiç olmadığı kadar
gerçekti. Ayakları bileklerine kadar suda, üzerinde kırmızı bir pelerini ve
yüzündeki yayvan gülümsemesiyle bu oydu!
Atilla Taş!
Karaya
indiğimizde karşımıza dikildi;
-
Hoş geldiniz arkadaşlar! Ben Büyük Kum İmparatoru
Atilla! Bu da benim plaj konuşmam!
Önceleri başına güneş geçmiş ya da fazla
miktarda tuzlu su yutmuş olabileceğini düşündük. Fakat günler geçtikçe gördük
ki adam gerçekten adada kurulan erkek devletinin imparatoruydu. Birçok
siyasetçi de vardı adada. Uzun, kısa, tıknaz adamlar. Fakat bir şekilde
başarmıştı ve seçimle başa gelen ilk imparator olmuştu. Adam tarihe geçmişti.
Halk kabul gününde dayanamayıp sordum, nasıl
kazandınız seçimi diye.
-
Beni daha önce Ajdar’la birlikte Yunanistan’a
itelemişlerdi biliyorsunuz. Çipraş hükümeti bildiğin pasaport verdi. Geldim
daha önce buralara. Bilindik yer. Sonra seçim kampanyasında “Yunanistan’da
kızlar teklif ediyor” dedim, inandılar ve güvendiler… dedi.
Gayet makul bir kampanya idi ancak hiç kimsenin
aklına buranın bir erkek ülkesi olduğu gelmiyordu.
Kum şehir devletinde, günler geçmek bilmiyordu.
Ticaret gelişmemişti çünkü hiç kimse bir şey satın almıyordu. İvedilikle
kahvehane ve internet kafe inşaa edildi. Burger Osman en güzel köşe dükkânı
kaptı. Midyeciler hala Midyatlıydı.
Eski sokaklarda avare avare dolaşırken bir evin
içinden nağme sesleri gelmeye başladı. Enteresan bir sesti bu. Daha önce
duymadığım kadar güçlü ama bilindik bir ses.
-rüya gibiiiiiii. Uçaaaaaaar
Olamaz! dedim kendi kendime. Bu mümkün değil.
Nasıl olur? Onu da getirmiş olamazlar!
İki katlı evin mavi kapısını tıklattım. Ses
kesildi. Kapıya doğru bir hareketlenme olduğunu seziyordum. Kapıyı açtığımda o
karşımdaydı.
Bülent Ersoy.
Hiçbir şey söyleyemedim. Müzisyenlik yaptığım
zamanlarda tanışmıştım kendisiyle ve aynı donuklukla kalakalmıştım bu büyük
ustanın karşısında.
-
Gel yavrum içeriye, vallahi yanıyo dışarısı güneş
geçecek beynine, dedi elindeki yelpazeyle kendini yellerken.
İçeriye girdiğimde masanın üzerinde 6-7 tane
kalkan balığı gördüm. “siz mi avladınız efendim?” dedim “yok yavrucum ben nasıl
yakalayayım bunları ayol. Riiica ettim bizim Seyfettin Efendi aldı getirdi”
dedi.
Balkonun biraz içerisinde kalan iki İskandinav
tipi koltukta oturduk karşılıklı. Bir süre sessizce sokağa baktık. O malum soru
sürekli zihnimde dolaşıyordu ancak ustaya saygı ve biraz tırsmamdan dolayı bir
şey diyemiyordum.
-
Sor yavrum sor, çekinme. Herkes çekinir benden. Bir
laf edemezler, bir şey soramazlar. Hatta o kadar soru soramazlar ki bir
nasılsın sorusunu bile çok görürüler, dedi.
O anda, içimde bir şeyler buruldu. Dün gece
birayla birlikte yediğimiz 62 midye zannediyordum ama bu daha insani bir
burulmaydı. O kadar devleşmiş, o kadar dalga geçilmiş ve o kadar zirvedeydi ki
o kadar tek başınaydı. Hiçbir şey diyemedim. Zaman ağırlaşmış, dünya başka bir
form kazanmıştı.
Girit adasında, tamamı erkeklerle dolu bir
devletteydim. İmparatorumuz, Büyük Kum İmparatoru Attila idi, uzun adamlar
ampul takmak için tavanı deliyor, kısa adamlar yere dökülen sıvaları süpürüyor
tıknaz adamlarsa alkışlıyordu.
Kimsesizlikten kardeşim Mert, toprağımı
ıslatacak bir Damla su yoktu.
Misafir yazar; Faik Erkan