Dört Ayaklı Dünya




Kendilerini görseniz hayran kalırdınız. O kocaman gözlerini size öyle bir dikerdi ki, ölümle yüzleşmek zorunda olduğunuzu anlar fakat tüm şartların karşı tarafın elinde olduğunu bilirdiniz. Sadece ellerine bakıp dünyanın en siyah siyahı olduğuna yemin edebilirdiniz. O siyahın yanında ne ışık kalırdı ne de boyut. Tüm çaresizliğinizle onun karanlığında kısa süreli devam edecek bir aşk sancısı yaşar gibi kaybolduğunuzu hisseder ve bundan sonra yaşayacaklarınızın aslında birer tekrardan ibaret olduğunu anlardınız. Fakat yine de anbean artan hayranlığınız sizi Saint Felix felaketi gibi hızlı, kararlı bir şekilde ele geçirdi. Aceleyle tüm yakınlarınızı aramak, tüm sevdiklerinize yakın olmak isterdiniz. Çevrenizde kimseyi bulamaz, koca evrende bir zerre kalırdınız. Öyle kaybolurdunuz ki varlığında, bir beyaz balina sürüsü büyüklüğündeki karın çatınızda eriyip yağmur oluklarınızdan damla damla yüreğinize dolduğunu düşünmekten kendiniz alamazdınız. Tüm bunlar olurken beyniniz Daulatpur Saturia Hortumunun yarattığı yıkımdan daha fazla yara alırdı.

Geldiğinde henüz yeni öğlen olmuştu. Saatinden asla şaşmazdı, tam on iki. Ben de o gelmeden beş dakika önce gelmiş, sigaramı yeni yakmış, çayımdan daha yeni yudum almıştım. Ufak birer tebessümle karşıladık birbirimizi. İstifini bozmadan koydu taburesini yerine, şöyle bir yaslandı arkasına, cebinden çıkardığı sigarasını bir çırpıda yakıverdi. İlk dumanını verirken bir sağa, bir sola bakarak süzdü sokağı baştan sona. Sigarasını yarılamıştı ki geldi çayı. Attı şekerlerini ve başladı karıştırmaya. Sanki iyiyle kötüyü, güzelle çirkini birleştirmek ister gibi hiddetlice karıştırdı. Sonrasında çekti sandığını iyice önüne. Sandığın tek ayağının altına, söndürdüğü sigarasının izmaritini sıkıştırarak dengesizliği giderdi. En ufak sarsılmalara dahi tahammülü yoktu. Manşetleri yıpranmış, iplik iplik olmuş paltosunun kollarını sıvadı. Önce sandığın alt kısmındaki küçük gözden deri parçasını çıkardı ve serdi dizlerine. Sonra fırçası ve boyaları. Son düzenlemeleri yapıyordu ki karşı kahveden gelen ufak el hareketiyle irkildi yerinden. Hızlı adımlarla kahvenin önündeki masada oturmuş saçı sakalı ak, kasketi kara adamın kahverengi ayakkabılarını aldı önünden. Tekrar sandığının başına döndü ve başladı fırçalamaya.

Ayakkabı fırçalayarak geçen bir ömürdü onunki. Varı yoğu o küçük sandığı bir de taburesiydi. Ne başını okşayacağı bir çocuğu ne de kocaman yüreğiyle seveceği bir karısı olmuştu. Otuz senedir her gün bu sokakta fırçaladı da fırçaladı. Ufak bir sokaktı burası. Yedi sekiz apartman, üç dört dükkan ya vardı ya yoktu. Yıllar geçtikçe değişen, değiştikçe çirkinleşen bir sokak. İlk önce köşedeki evi yıktılar kentsel dönüşüm diye. Sonra diğerlerini dönüştürdüler. Dükkanlar kapandı ya da el değiştirdi. Bir kahve kaldı bir de Ertuğrul Abi. Ellili yılların o güzelim sokağı gitti, yerine içi çelik, dışı cam lego binalardan oluşan ruhsuz, sığ bir sokak geldi. Ve inanın kediler bile terk etti burayı. Ne baharı kaldı canım sokağın ne yazı.