Kendilerini görseniz hayran kalırdınız. O kocaman gözlerini size öyle bir dikerdi ki, ölümle yüzleşmek zorunda olduğunuzu anlar fakat tüm şartların karşı tarafın elinde olduğunu bilirdiniz. Sadece ellerine bakıp dünyanın en siyah siyahı olduğuna yemin edebilirdiniz. O siyahın yanında ne ışık kalırdı ne de boyut. Tüm çaresizliğinizle onun karanlığında kısa süreli devam edecek bir aşk sancısı yaşar gibi kaybolduğunuzu hisseder ve bundan sonra yaşayacaklarınızın aslında birer tekrardan ibaret olduğunu anlardınız. Fakat yine de anbean artan hayranlığınız sizi Saint Felix felaketi gibi hızlı, kararlı bir şekilde ele geçirdi. Aceleyle tüm yakınlarınızı aramak, tüm sevdiklerinize yakın olmak isterdiniz. Çevrenizde kimseyi bulamaz, koca evrende bir zerre kalırdınız. Öyle kaybolurdunuz ki varlığında, bir beyaz balina sürüsü büyüklüğündeki karın çatınızda eriyip yağmur oluklarınızdan damla damla yüreğinize dolduğunu düşünmekten kendiniz alamazdınız. Tüm bunlar olurken beyniniz Daulatpur Saturia Hortumunun yarattığı yıkımdan daha fazla yara alırdı.
Ayakkabı fırçalayarak geçen bir ömürdü onunki. Varı yoğu o
küçük sandığı bir de taburesiydi. Ne başını okşayacağı bir çocuğu ne de kocaman
yüreğiyle seveceği bir karısı olmuştu. Otuz senedir her gün bu sokakta
fırçaladı da fırçaladı. Ufak bir sokaktı burası. Yedi sekiz apartman, üç dört
dükkan ya vardı ya yoktu. Yıllar geçtikçe değişen, değiştikçe çirkinleşen bir
sokak. İlk önce köşedeki evi yıktılar kentsel dönüşüm diye. Sonra diğerlerini
dönüştürdüler. Dükkanlar kapandı ya da el değiştirdi. Bir kahve kaldı bir de
Ertuğrul Abi. Ellili yılların o güzelim sokağı gitti, yerine içi çelik, dışı
cam lego binalardan oluşan ruhsuz, sığ bir sokak geldi. Ve inanın kediler bile
terk etti burayı. Ne baharı kaldı canım sokağın ne yazı.